Anlam arayışı, buna kafa yoracak şansa erişmiş her birey için hep varolmuş. Neden varolduk, hayattaki amacımız ne? Yegane soru... Ya da daha çoğunu anlamak, keşfetmek, öğrenmek...Bu arayışlardayken yalnız olmadığımızı hissetmek, beraber kafa yormak istiyoruz. Aynı soruları, sorunları başkalarıyla paylaşıyor olmak bizi rahatlatıyor. Psikoloji bilimi, bağlanmayı 'ihtiyaç' olarak tanımlıyor.
Doğadaki canlılarda da, insan psikolojisinde de bir topluluk olma ihtiyacı var. Bu konuda yapılmış çalışmalar(1), izole olmuş canlıların yaşam sürelerinin kısaldığını söylüyor.
İnsanlar olarak birbirimizden besleniyoruz. Mesela kitap okumayı sevenlerin bir araya gelip, okudukları eserleri tartıştıkları bir kitap klübü kurmaları bize ancak mantıklı ve üretken gelir değil mi? Ortak amaç ve ilgi alanı taşıyan insanlar böylece sivil toplum grupları, münazara grupları, atölye grupları, hatta spor klüpleri ve en nihayetinde cemaatleri meydana getiriyor.
Gelin görün ki, bu bağlanma ihtiyacını, kendi bireyselliğini kaybetmeden, kendi alanını, özerkliğinindeki dengeyi koruyup sağlıklı bir şekilde gerçekleştirebilen pek az. Objektif yaklaşımın ya da eleştirel bakış açımızın önünde, coğrafya, kültür, sahip olduğumuz ailenin görüşleri gibi büyük güçler duruyor. Kendimden örnek vereyim. Neredeyse yirmili yaşlarımın başına kadar Fenerbahçeli olmayanların büyük bir hezeyan içinde olduğuna, bütün akıllı insanların mutlaka fenerli olduğuna, böyle büyük bir ayrıcalığa sahip olduğum için şükretmem gerektiğine gönülden inanıyordum. 'Coğrafya kaderdir' ne kadar da doğru bir deyiş değil mi?
İnanma duygusunun, endorfin(vücudun üretip salgıladığı, çok güçlü ağrı kesici özelliği olan hormon, mutluluk hormonu olarak da bilinir) salgılattığını biliyoruz. İnanmak, böyle güçlü bir duygu işte. Nitekim, inandırmanın da sınırı yok. Bu yüzden hipnoz bir tedavi yöntemi olarak bilim dünyasında yer alıyor(2). Ya da ilaçlar denenirken, mutlaka plasebo etkisi de teste dahil oluyor.
İnanma ihtiyacının yanında, ait olma güdümüz de var. Bir topluluğun parçası olma arzumuz, zaman zaman bir nevi 'sürü psikolojisi' yaratıyor. Psikolog Soloman Asch, 1951'de bir grup öğrenciyle deney yapmış. Basit soruların karşısında, önceden anlaşmış bir gurup aktör topluca yanlış cevabı verince, aradaki deneklerin %75'inin onlara uyduğunu göstermiş. İlgilenenler, benzeri deneyler günümüzde tekrarlanan versiyonlarını inceleyebilir.
İnandıklarımız uğruna topluluk olmak, istişare etmek, beraber çalışmak sorun değil. Ancak, inanmanın verdiği haz ve ait olma güdümüz bir araya geldiğinde ortaya çıkan gücün büyüklüğü tehlikeli olabiliyor. Yani Karl Marx'ın 'din afyondur' demesinde hakkı var. İnsanın olduğu her yerde, yozlaşma ve manipülasyon olacağından, ya da ortada bir lider varsa, o liderin de zaman zaman yanlış olabileceğinden dolayı, topluluğun yarattığı gücün ne amaçlara hizmet edebileceği riskli bir durum.
Bu yüzden, bağlanma, aidiyet, inanç ve amaç gibi ihtiyaçları karşılanmayan insanların bu durumlarından faydalanmak mümkün. Bu ihtiyaç, karşılanmadıkça kendi kendine yok olmuyor. Oturduğumuz yerden IŞİD'e katılanlar için 'Allah hiç mi akıl vermemiş yahu!' diyebiliyoruz. Militanlardan, eğitimli ve ekonomik olarak güçlü temellerden gelen örnekler bile görebiliyoruz. Oysa, mevcut yaşanmışlıklarımız yerine, 'değişik hayat hikayeleri bize değseydi biz ne yapardık?' sorusunun cevabını bilmiyoruz. Hem ülkemizin hem de dünyanın tarihi, kült grupların son derece tehlikeli sonuçlara varan örnekleri ile dolu.
İslam dinine gelince, Kur'an Zümer suresinde akıllı ve doğru yolda olan insanın, sözleri dinleyip aralarından en güzeline uymayı seçen olduğunu söylüyor(3). Yani farklı görüşleri istişare etmek, dinle birlikle gelen anlam ve amaç arayışının bir parçası. İnsanların, konu din olunca da benzeri topluluklar oluşturması, değişik inanç ekollerine eğilim duyması doğal bir durum olarak nitelendirilebilir. Bu yazıda günümüzdeki cemaat kavramını, tarihini ve getirdiği algıların ne kadarının Kur'an temelli olduğunu irdeleyeceğiz.
İnsanlık tarihinin başından beri, farklı görüşlerin, gruplaşmaların olmadığı tek yer; ilkel kabileler ve ya totaliter yönetim rejimleri olmuş. Aslında, bir dine inanmanın kendisi, sizi başlı başına bir gurubun içine sokuyor. Müslümanlar zaten bir cemaat. Ama ağaç dalları gibi her grubun içinde alt gruplar oluşmuş. Dindeki gruplaşmalarda en büyük ayrışma mezhepçilikle başlıyor. Dünyanın kanayan sorunlarından biri, politik savaşları besleyen en büyük unsur. Klasik örnektir, ölen de öldüren de Allah-u Ekber dediği savaşlara kurban giden ve gitmekte olan binlerce insanın durumunu hepimiz biliyoruz.
Tahminen 10 yaş civarındayken, aile büyüklerinin bana aktardıkları bir dini konuşmayı sizinle paylaşayım. ''Ölünce mezara girdin mi, münker ve nekir gelip sormaya başlayacaklar. Dinin ne? -İslam, peygamberin kim? -Hz. Muhammed, Mezhebin ne? -Hanefiyim diyeceksin.'' Kendimi bildim bileli inançlı bir çocuk olmama rağmen, daha o yaşlardayken bile kendi kendime 'bu işte bir saçmalık var' dediğimi çok net hatırlıyorum.
Aslında, mezhepçiliğin doğurduğu problemlerle yalnızca İslam uğraşmıyor. Tüm evrenselci dinlerde bu durum var. Örneğin Avrupa'da 16.yy.'da mezheplerin arasındaki farkların siyasallaştırılması, protestan ve katolikler arasındaki dini farkları emperyal savaşa dönüştürmesi(bknz. Confessionalization)(4). Hatta ülkelerdeki resmi ve sivil mezheplerden bahsedebiliyoruz. Nasıl ki beyaz protestanlar ABD'nin gayri resmi mezhebi ise, Türkiye'nin de neredeyse resmi bir mezhebi var gibi. Bunu, devletlerin insanların nasıl olması gerektiği konusunda bir nevi baskı yapması olarak yorumlayabiliriz. Sivil toplum bile oluştursanız, yarın bunun kapatılabilme gücü devletin elinde olan bir dünyadayız.
Gelelim İslam dinine ve özü Kur'ana. İslamda mezhep ya da benzeri gruplaşmalar(tarikat, cemaat vs.) yok. Kur'anda yok. Peygamberin sağlığı ya da 4 halife döneminde de yok. Hatta Kur'anda pek çok ayette(5; liste için referanslara bakın); 'Allah'ın ipine(dinine) sımsıkı sarılın...', 'sakın ha dinlerini bölüp parça parça edenlerden olmayın...' gibi ifadeler bulunuyor.
Hanefilik mezhebinin dayandırıldığı, İmam-ı azam Ebu Hanife, hicri 150'de, yani Hz.peygamberin vefatından 150 yıl sonra vefat etmiştir. İmam-ı azam, gerçekten de hem ilim hem bilimle uğraşan, yalnızca islam dünyasında değil tüm dünya için yetişen en önemli alimlerden biri. O ve onun gibi büyük isimlerin düşüncelerini okumak, onlardan faydalanmak arayışımızın bir parçası ve gereği. Kendisinin sağlığında hanefilik diye bir şey yok. Her gerçek alim gibi, onun da takip edilme gibi bir isteği- talebi yok. Tıpkı Hz. Peygamberin sahabelerle olan istişareleri gibi, o da, en yakın talebelerinin bile görüşüne katılmadığı rahatça söyleyebildiği biri. Hicri 2. asrın sonuna doğru öğrencilerinden Ebu Yusuf'un, fikirlerini Abbasilere yaymasıyla hanefilik kavramı ortaya çıkmış. Daha sonralarda malikilik, şafilik, hanbelilik(3.asrın ortaları) bunu izlemiş. 4 Hak mezhep kavramı ise 4. asırda ortaya konmuş(6). Mezhepçilik elzem ise, hatta Hak olanlar ve olmayanlar var ise, o zamana kadar yaşayan müslümanları ne yapmalıyız şimdi?
Bugüne kadar bir mezhep ya da bir alt grubun içinde bulunmayanlara, bütün bunlar mantıksız gelebilir. Ancak, tecrübe etmiş olanlar nasıl bir doğruluk ve 'haklılık' hissiyle yapıldığını daha iyi anlayabilir. Üstelik Kur'an Rum suresi 32'de açıkça bunu tarif eder. Dinlerini ayırıp bölük bölük olan her grubun, kendilerinde olanlara güvendiğini söyler(7).
Mezhepçiliğin, cemaat ya da tarikatçılığın Kur'anda olmadığı halde nereden çıktığını bir cemaate sorarsanız, çoğunluğu şöyle cevaplar verir; 'Devir artık çok başka, bu devirde mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır', 'Artık insanların ilmi seviyesi aynı değil, eski alimlerle biz bir miyiz?', 'Bizim ilimimiz Kur'anı anlamaya yetmez, şu alim sayesinde belki bir nebze anlayabiliyoruz' gibi cevapları alırsınız.
Bu yorumlarda kısmen doğruluk payı olabilir. Ancak, bütün insanlara inmiş olan ve sorumlu tutulacağımız Kur'anın doğrudan anlaşılamayacak olması ciddi sıkıntılar oluşturmaz mı? Cemaatlerin bu iddialarını tek tek incelemeye çalışalım.
Mürşid kavramı ile başlayalım. Cemaat ve benzeri grupların liderlerine genelde mürşid adını verilir. Yol gösteren demektir. Kimi zaman güncel, yaşayan mürşidler mevcutken, bazılarında hayatta olmayan mürşidin yerini yetiştirdiği 'talebeler' alır. Hatta 'asrın müceddidi' gibi kavramlar doğmuştur. Hz. Peygambere rivayet edilen bir hadise(8) göre, kendisinden sonra her asrın ihtiyacına göre, İslami yaklaşımı yenileyecek bir alim, bir önder gelecek denir. Her asırda gelen bu seçilmiş kişilerin sırasıyla kim olduğuna dair değişik kaynaklarda değişik listeler mevcuttur.
Buna karşılık Kur'an Hud suresi 1. ve 2. ayetlerde çok açıkça "...Bu Kitap, hakim ve haberdar olan Allah tarafından, Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye ayetleri kesin kılınmış, sonra da uzun uzadıya açıklanmış bir Kitap’dır...." Benzer şekilde, Kur'anın kendini açıklayıcı, eksiksiz, tamamlanmış gibi sıfatlarla tanımladığı diğer ayetlere(9) bakabilirsiniz.
Cemaatlerde yaygın olarak telkin edilen uygulamalardan diğeri teslimiyettir. İmanın önemi vurgulanırken eklenir; bu işin akılla değil kalple olacağı söylenir. Zaten mürşid, ya da cemaatin önde gelenlerinin ilimleri daha üstün olduğu için, direkt bundan faydalanmak tavsiye edilir. Kendi akletmeye çalışanların bu istekleri egoya bağlanır. Siyasi oy kullanılırken bile hangi yönde olacağı cemaatin hiyerarşisindeki büyükler tarafından belirlenenler vardır. Bunun, birilerinin çıkar sağlaması amacıyla değil, çoğunluğun iyiliği, islamın çıkarları doğrultusunda yapıldığına inanılır. Mürşidin kendi kitapları ya da sistemin onayladıkları okunur. Diğer yayınlarla vakit kaybetmeye gerek yoktur. 'Zaten doğru önündeyse, öncelik onu idrak etmek değil midir' denilir.
Oysa Kur'an herkese inmiştir, anlaşılmak içindir. Anlaşılmaz, ilmimizin yetmeyeceği bir kitaptan mesul olmak, haşa Allah'ın adaletinden şüphe etmemizi gerektirirdi. Kur'anda yüzlerce yerde, akletmez misiniz, düşünmez misiniz diye ifadeler geçer. Zaten Kur'an sorgulayıp, düşünüp, aklına dayandırdığın bir imanı ister, talep eder(10).
Elbette her şeyi anında idrak edemeyebiliyoruz. Hatta biri yardım etse de, önümüzde açık örnekler ve telkinler olsa bile, bazen bir kavramı ancak zamanı geldiğinde anlayabiliyoruz. Tıpkı tekrar tekrar izlenilen bir filmde daha önce hiç farketmediğimiz, asıl anlatılmak istenen o şeyi bir zaman sonra farketmek, bambaşka bir detay yakalayabilmek gibi. Zaman, gayret, yaşanmışlıklarla gelen tecrübeler, kısaca hayatın kendisi hep daha çoğunu anlayabilmek için değil mi...Mürşidi işte tam burda, durumu hızlandıran bir faktör olarak yorumlayan insanlar var. Doğruluk payları olmalı.
Ancak günümüzdeki popüler mürşid örnekleri ne kadar hakikatli? Bir mürşid olacaksa, yegane mürşidin Hz. Peygamber olacağı konusunda hemfikir olurduk değil mi? Öyleyse şu örneğe bakalım. Hz. Peygamber döneminde kocasının boşadığı bir kadın durumu Hz.peygambere iletir. Sonra Hz.peygamberin konu hakkındaki yorumuna kadın karşı çıkar. Bunun üzerine kadın, Hz. Peygamberi Allah'a 'şikayet' eder. Ardından durumla ilgili, o kadının ve benzeri durumdaki kadınların haklarını açıklayan Mücadele suresi iner. Bu olay 2 açıdan önemlidir. İlki, bu durumda ve başka örneklerden de biliyoruz ki, sahabeler Hz. Peygambere karşı görüş bildirebiliyor, yorumlarını Kur'andan hangi ayete dayandırdığını sorabiliyordu. İkincisi, günün sonunda Hz. Peygamberin de beşer olduğunu, elçi olduğunun idraki herkeste vardı.
Kaf suresi 16.ayette Allah'ın insana şah damarından daha da yakın olduğu, Enfal 24'de Allah'ın kişiyle kalbi arasına girdiği söylenir. Yani, insanla Allah arasında herhangi birinin girmesine, bir aracıya yer yok mesajı verilir. Bu da bizi, İslamın temel taşlarından olan Tevhid kavramına getiriyor.
Tevhid kısaca; Allah'tan başka ilah tanımamak demektir. Allah'a inanmak, tevhid inancını karşılamaz. Araya giren peygamber bile olsa durumu şirke taşır. Cemaatlerde mürşidlere olan saygı ve sevginin dolayısıyla hayatını mürşidi düşünmeye adamak ya da mürşidin üzerinden dua etmek, inancın sağlığını ciddi tehlikelere atabilir. Zümer suresi 3.ayette doğrudan bunu durum tarif edilir; 'Biz onlara tapınmıyoruz, onlar bizi biraz daha Allah'a yaklaştırsın diye böyle yapıyoruz' denilir(11).
Tevhid kavramı için Kur'anda pek çok ayet var(12). Çoğumuzun bildiği Bakara 255(Ayet-el Kürsi)'yi hakkıyla idrak etmek, sanırım konu için yeterli olurdu. Zaten müşrikler iman edip, Allah'a inananlardandı. Ancak, Kur'anda tarif ediliği üzere imanlarına şirk karışmıştı.
Bunları bilebilen ve sorgulayabilenler içinse, bazı cemaatler daha değişik sistemler kurmuştur. 'Biz yönlendirmeleri direkt Allah'tan alıyoruz', 'peygamberden gördüğümüz rüyalarla tebliğ alıyoruz' iddialarında olanları vardır.
Konuyla ilgilisi gereği, şefaat konusuna da değinmek istiyorum. Toplumda, din yorumcularının çoğunun da dahil olduğu bir kesimin yorumuna göre şefaat; cehennemlik bir kulu kurtarıp cennete sokma yetkisi, günahlarının affı gibi bir anlamdadır. Bu yetkinin Hz. Peygambere verildiği yaygın inanış olsa da, peygamberden sonra mürşidlere, gavs-ı azam, asrın müceddidleri ve benzeri 'makam'lara da verildiğine inanan ve inandırılanlar var. Dualara, Hz. peygambere getirilen salavatlara çokça dahil olmuştur. Hepimiz 'şefaat ya Rasulallah!' denmesine oldukça aşinayız. Ancak buraya kadar yazdıklarımı da göz önünde bulundurduğumuzda, böyle bir inancın, tevhid kavramıyla çelişebilecek ciddi soru işaretleri doğurması mümkün.
Yine, şayet mürşid diye bir kavram varsa, mürşidlerin en yücesi Hz. Peygamber olması gerekeceğinden, bunun üzerinden konuya girelim. Bakara suresinin son 2 ayeti olan meşhur Âmene'r-Resûlû suresinde denildiği gibi, Hz Peygamberin önce kendi de iman etmiş, sonra müminler etmiştir. A'raf 188'de “(Ya Muhammed) De ki: Ben kendime bile ne fayda ne zarar verebilecek güçte değilim; Allah vermiş başka.” denmiştir. Nitekim, Hz. peygamberin, ölmeden önce çok sevdiği kızı Hz.Fatıma da dahil olmak üzere yakınlarını toplayıp 'Allah’ın yanında size faydam olmaz' diyerek, kurtuluşlarının sadece kendi amellerine bağlı olduğunu vurguladığı konuşması oldukça bilinen bir rivayettir(13).
Şefaat konusunda, Kur'anda kelimenin geçtiği 30 civarı yer bulunuyor. Bunların bir kısmı, Zümer 44'de; 'şefaat yetkisi yalnız Allah'a aittir', Bakara 254'de; 'Alışverişin, torpilin, şefaatin fayda etmediği, olmadığı o gün gelmeden önce infak edin', En'am 51'de; 'Allah'tan başka ne bir dost ne bir şefaatçi vardır' gibi örneklerle, başka bir aracıdan şefaatin varlığını açıkça reddeder.
Diğer bir kısım ayetler ise, 'O'nun izni olmadan katında şefaat edecek yoktur'(Bakara 255), 'Onun izni olmadıkça hiçbir şefâatçi, şefâatte bulunamaz.'(Yunus 3) gibi çok benzer ifadelerle, Allah'ın izni olmadan bu işin olmayacağını vurgular. Şefaatin varlığını savunan görüşler bu ayetleri; 'demekki Allah'ın izin verdikleri şefaat edebilir' şeklinde yorumlar. Şefaatin varlığıyla ilgili, sahih oldukları kesin olmayan hadisler de var(14).
Din gününde şefaatin olmayacağı ayetlerde açık olunca, bazı görüşler, mahşerin ardından, cehenneme gittikten bir süre sonra var olacak olan bir şefaat kavramı yorumlamış. Konuyla ilgili çok daha makul olan diğer görüşleri de yazmak isterim. Şefaatin kelime kökünün, arttırma, çiftleme anlamından da yola çıkarak konu; 'zaten cennetlik olan bir isanın ödülünün arttırılması' olarak da yorumlanmış(Prof. Dr. Mehmet Okuyan). Ya da peygamberin ya da mürşidin kendisinin(varlığının) değil, onun ahlakını örnek aldığımız halde yaptığımız amellerin, davranışların bize şefaat olacağı da yorumlar arasında.
Allah en merhametli ve en adaletli varlık olduğuna göre, ondan daha merhametli bir kişi çıkıp, Allah'ın (haşa) merhametini geçemeyeceğine göre, ya da Allah'ın izni olmadan kimseye şefaat edilemeceğine, ya da şefaat var bile olsa Allah'ın razı olmayacağı kişiye hiçbir Allah sevgilisi rıza göstermeyeceğine göre, bu konuya toplumun çoğunun anladığı şekilde yaklaşmaktan kaçınmak çok önemli. Kendi hayatımıza ve neler başarabildiğimize odaklanmak yerine, her şeyi yapıp illa kolay yoldan, bir referansla, ya da sadece bir mürşidin yüzü suyu hürmetine cennete girme arayışımızı sorgulamamız lazım. Bu konu, bazı cemaatlerin çıkarları doğrultusunda çokça sömürülen durumlardan biri.
Buraya cemaat ve benzeri oluşumların bir ihtiyaç olduğunu, ancak mevcut oluşlarındaki hassas yönleri ve çarpıklıkları konuştuk. Peki çare diyanet gibi kurumlar mı? Diyanetin o dönemdeki siyasi iktidarın çıkarlarına ve ya yönlendirmelerine göre fetva verdiğini biliyoruz. Yüksek bütçesi ve makam arabaların şaşası hala tartışılırken, gerçekten elle tutulur çalışmalarının ne olduğuyla ilgili geçerli eleştiriler var(15). Bir dönem eleştirdikleri bir cemaat liderinin, başka bir dönem kitabını bastıkları oldu. Diyanet aslında din işlerini, yani ibadethaneleri ve hac gibi organizasyonları düzenleyen bir kurum olarak kalmalı diyelim. Peki fetva verme, yorum hakkı ilahiyat çalışan bilim insanlarında mı olmalı? İlahiyat fakültelerine giren gençlerin bile, hangi şehirde okuduğuna ve o yörede güçlü olan cemaatlerle bu fakültelerin yakın ilişkilerine göre görüşlerinin baştan şekillendiği bir düzendeyiz. Bu sorunlar çözülebilir mi, emin değilim.
Devletlerin bu oluşumları yasaklaması, ya da denetlemesi de sorunları çözmüyor. Bahsettiğimiz gibi, insanların bağlanma ve topluluk olma ihtiyacı baki olacağından merdiven altı gizli örgütlenmeler olarak da olsa, örgütlenmeler illaki devam edecektir. Denetleme mekanizmaları ise devletin kendisi de objektif olamadığında, ifade özgürlüklerin önüne geçebilecektir.
Bütün bunları yazarken cemaatlerin yanlış olduğunu ve ya uzak durulması gerektiğini savunmuyorum. İlla benimki doğrudur demeyen, diğer görüşleri de okuyun diyen, yayınlarını ücretsiz internet ortamında paylaşan, para kazanma sistemi olmayan ve şeffaflığı iyi yöneten cemaatler de mevcut. Bundan faydalanan insanların örnekleri de çok. Öte yandan buna ihtiyaç duymayan ya da tercih etmeyen insan sayısının daha çoğunlukta olduğu, Türkiye'de kendi cemaate bağlı adleden erişkinlerin sadece %10 civarında olduğu araştırmalar yer alıyor(16).
Baktığımızda, Türkiye'de çoğumuz hanefi mezhebine göre namaz kılıyoruz, kılalım da. Bu etiketler çok da önemli değil. Hangi konuda, hangi grubun içinde olursak olalım, sorgulamanın-araştırmanın, karşı görüşte olmanın imkanlı olduğu bir platformda olmayı, bu konuda da dengeyi kurmayı başarabilmemizi umarım. Bu dinin akıl yürütmeye, bilime inanan bir kitabı var; Kur'an.
referanslar
1- Loneliness and Social Isolation as Risk Factors for Mortality: A Meta-Analytic Review, https://journals.sagepub.com/doi/full/10.1177/1745691614568352
3- Zümer suresi 18.ayet; ''O kullarımı ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir. İşte temiz akıllılar da onlardır.''
4- Doç. Dr. Emrah Safa Gürkan
5- Ali İmran suresi 103. ayet "Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz."
Ali İmran 104; "İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır."
Ali İmran 105,"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır."
Ahzab suresi 67- 68 .ayetler, "Yine derler ki: «Ey Rabbimiz! Biz beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yanlış yola götürdüler.Ey Rabbimiz! Onlara azabın iki katını ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle."
Rum suresi, 31-32. ayetler,"Başkasından geçerek hep O’na gönül verin ve O’ndan sakının. Namaza devam edin ve müşriklerden olmayın.O müşriklerden (olmayın ki) onlar, dinlerini ayırıp öbek öbek olmuşlardır. Her grup kendilerindekine güvenmektedir."
En'am suresi, 159.ayet; "Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir."
6- Prof. Dr. Hasan Önat
7- Rum suresi 32.ayet; "Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir"
8- Rivayet edilen hadis“Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir.” (Ebu Davud, Melahim, 1)
örnek bir makale; https://www.yeniasya.com.tr/seyma-turkan/muceddid-kime-denir-ve-son-asrin-muceddidi-kimdir_410427
9- Kur'anın tamamlanmış, kapsayıcı ve eksiksiz olduğuna dair ayetler; Hud suresi 1.ayet, En'am suresi 38 ve 115. ayetler
10- Dr. Emre Dorman
11- Zümer suresi 3. ayet; İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, "Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.
12- Tevhid ile ilgili bazı ayetler; Fatr 13; "Allah'ın peşi sıra dua ettiğiniz varlıklar, bunlar bir kıtmire bile sahip değillerdir(hurma çekirdeğiyle meyvesi arasındaki ince zar).."Ahbap suresi 5-6; "..Daha şaşkın daha sapkın olan kimdir ki; Allah'ın peşisıra şu kimselere yalvaranlar,ki ta kıyamet gününe kadar onlara icabet etmeyecek insanlara yalvarıyorlar.." Hud 1-2; "Bu kitabın ayetlerini ben açıkladım. Siz Allah'tan başkasına kulluk yapmayasınız diye.." Ali Imran 26-27, Haşr 22-23-24
13- “Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allah’ın yanında size bir faydam olmaz. Ey Abdumenaf oğulları! Allah’ın yanında size faydam olmaz. (Amcam) Abdulmuttalib oğlu Abbâs! Allah’ın yanında sana faydam olmaz. (Halam) Safiyye! Allah’ın yanında sana faydam olmaz. Ey kızım Fatma! Benim malımdan dilediğini iste. Ama Allah’ın yanında sana faydam olmaz.” dedi. (Buhârî, Vesâyâ, 11)
14- Şefaatin varlığını savunan birtakım yazılar için; https://www.sabah.com.tr/yazarlar/hatipoglu/2015/08/14/peygamberimizin-sefaatini-kimler-kabul-etmiyor
15-Diyanet ne işe yarar? http://rusencakir.com/Diyanet-ne-ise-yarar/7172
Commentaires